Bir Şeyh Said övgüsü yarışıdır aldı başını gitti.
Cumhuriyet karşıtı bölücü ayaklanmanın başı hain Şeyh Said,
kâh İslam Şehidi oldu, kâh kahraman…
Yalanlar üzerine yalanlar atıldı,
Kürtçü bölücü düşüncede olanlar,
bazı siyasi partiler, kendine din adamı diyen zevatlar,
tutturdu bir Şeyh Said diye…
Yere göğe sığdıramadıkları o Şeyh Said’in
Türk’ün kanını, Türk askerinin kanını dökmeyi helal bildiğini anlatmazlar…
İsyanın ardında bölgede kurulan Şark İstiklal Mahkemesi’nin Savcısı
Ahmet Süreyya Örgeevren, mahkemeden 32 yıl sonra
duruşmada yaşanan diyalogları ve belgeleri kaleme aldı.
Bu yazı dizisi, Dünya Gazetesi’nde
14 Nisan 1957 – 26 Temmuz 1957 tarihleri arasında
90 günlük bir tefrika şeklinde yayınlandı.
O yazı dizisinden bazı bölümler şöyle:
***
Binbaşı Kasım Bey’e soruldu:
– Kasım Bey sen anlat..
Şeyh Sait «Piran’a» yollardan geçerken neler söyledi, neler yaptı?.
– İşittiklerim odur ki, Şeyh Sait din için kıyam farz oldu demişti.
Bir Türk öldürmek, yetmiş gâvur öldürmekten efdaldir demiş.
Reis, Şeyh Said’e hitabetti:
Şeyh Sait Efendi sana din bunu mu emrediyor?!..
-Sükut..
– Hükumetin askeri olunca kanı helaI mı olur size.
Bunlar Müslüman değil midir?.
– Belli, onlar da Müslümandır.
Fakat ben, hükumete vuruyordum.
Onlar hükumetin askeri değil miydi?
Şer’an helal olurdu.
***
“Şeyh Sait ile gayri resmi birçok konuşmalarımız oldu.” diyen Örgeevren,
mahkeme dışında Şeyh Said’ley yaşadığı bir diyaloğu da şöyle anlatıyor:
“Seyh bir an dikkatle yüzüme baktı ve hemen başını öne eğerek
daha uzunca bir müddet düşündü ve nihayet konuştu.
– Şeriat hükümlerinin hükumetimiz tarafından tatbik edilmesini temin etmek düşüncesi;
benim başımda yaşayan bir fikir ve arzu idi.
Bunu icabında söylemekten de ihtiraz etmezdim.
Fakat böyle olsun diye kimseye bir şey söylememişem.
– Nasıl olsun diye? Anlayamadım Şeyh Efendi.
-İşte bu isyan denilen vak’aya ait bir kavil ve karar olmamıştı.
-Mastfip Yusuf Ziya ve Cibranlı Halit size kıyam için teklifte bulunmuşlar ve
Bitlis’deki askere ait cephaneliği ele geçireceklerinden falan da bahsetmişler.
Yusuf Ziya size de gelir, gidermiş. Muşlu Nuh Bey falan da böyle bir hareket taraftarı imişler.
Siz bunlardan haberdar olduğunuzu da inkar etmemişsiniz ya..
– Onların fikri, davası başka idi.
– Ne gibi bir dava?
– Kürdistan davası..
Kürt hükumeti kurmak istediklerini Yusuf Ziya Bey’den duymuşem.
Bu bahsi daha genişletip derinleştirmekten bir fayda umulamazdı.
Şeyh Efendi kendinin apaçık meydanda olan ihtilal hareketlerinin
Piran’a ziyaret seyahatinden önce tertip ve tasmim edilmiş olduğunu bile katiyen ve
külliyen inkâr ediyordu.
Nerede kaldı ki, Kürtlük davasında müşterek ve hemfikir olduğunu söylesin bana ..
Şeyh sözümü kesti ve derin bir tevekkül ve inanç içinde;
– Sizin kamil iman sahibi bir Müslüman olduğunuza kanaatim var.
Merhametinizden de eminim..
Şu halde bizi affetmek olmaz mı?»
diyerek niyazkar bakışlarla ağzımdan çıkacak cevaba intizar ediyordu.
Cevap verdim:
– Ben, Şeyh Efendi hazretleri, Türkiye Büyük Millet Meclisinin
salahiyeti kazaiyesini bilfiil istimal ve icraya mezun ve memur olan
Şark istiklal Mahkemesinin kanunla mukayyet olan hukuk esas ve
kaidelerine riayete mecbur, muayyen salahiyetli ve mesul müddeiumumisiyim ..
Mahkememizin adaletine ve kanuna riayetkâr olduğunuza inanınız.
Kanun ve adalete muhalif hiçbir muamele olmaz, haksız bir karar verilmez…
Hafifçe titreyen dudaklarını biraz burktu ve:
– Ben, dedi adalet istemiyorum.
Merhamet, atifet, af istiyorum ..
Adalet tatbik olunursa benim halim nice olur? ..
Ben, sizin buyurduğunuz gibi uzak bir mahalde, bir şehirde ikamete memur kılsalardı..
Onu isterdim…
***
Görev süresi 1927 yılına kadar devam eden Şark İstiklâl mahkemeleri
pek çok idam ve mahkûmiyet kararı vermiş,
böylece tek parti iktidarının muhalefetsiz olarak uzun yıllar sürmesinin önü açılmıştır.
Dış politika yönünden ise normalleşme seyri gösteren
Türkiye-İngiltere ilişkileri zedelenmiştir.
Her ne kadar 1926 yılında Türkiye, İngiltere ve Irak’la
bir dostluk antlaşması imzalamışsa da
antlaşma maddelerinin çoğunun sınır meselesi ve
Kürtler’le ilgili olması soruna iki tarafın da yaklaşımını göstermesi bakımından manidardır.
Şeyh Said isyanının Musul meselesi yüzünden
İngilizler tarafından tertip edilerek desteklendiği iddiaları için yeterli delil yoksa da
isyan sonrası ortaya çıkan neticelerin bu amaca hizmet ettiği aşikârdır.
İşte; sözde İslam şehidi Şeyh Said, böyle bir Türk düşmanıydı.
Şeyh Said ve tayfasının derdi İslam değil,
Kürdistan davasıydı…
Türk askerinin kanını dökmeyi helal bilen,
bölücülükten başka hiçbir derdi olmayıp da
İslam’ı bu uğurda hedefine alet eden Şeyh Said’i savunuyorlar!
Cumhuriyet düzeniyle birlikte sözde şeyhler, şıhlar, dervişler, ağalar
imtiyazlarını yitirdiler, bölge halkını istedikleri gibi sömüremediler,
isyanların arkasındaki tek sebep bu çıkar ilişkisiydi.
Cumhuriyet düşmanlıklarının tek sebebi kendi cepleri, itibarlarıydı.
Kendi cepleri için kimsenin mücadele etmeyeceğini bildikleri için de
dini her zaman amaçlarına siper olarak kullandılar.
Bugün onları savunanların da derdi de tam olarak budur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün 1 Eylül1925 te Kastamonu da yaptığı
ikinci konuşmasında dile getirdiği
“Efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki,
Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz.
En doğru, en gerçek yol, medeniyet yoludur.”
sözünü de tekrar hatırlatmakta fayda görüyorum.